“Haksızlık karşısında susan dilsiz şeytandır.”
Toplumumuzun en tehlikeli gulyabanisi el âlemden bahsetmek istiyorum sizlere. “El âlem” yaygın şekilde kelime anlamı olarak “başkaları, yabancı kişiler” olarak bilinmektedir. Kelimenin kökeninde ise el “halk”, âlem “dünya” ile nitelendirilmektedir. Aslında kökenine baktığımızda bu gulyabani dünyevi bir varlıktır. Buradan da şu net anlamı idrak etmek gerekir; gelip geçicidir, bir başlangıcı ve bir sonu vardır. Kelime anlamı olarak daha uzun bir zaman dilimini ifade etse de bu “el âlem” aslında güncel hali çok daha dar bir zamandadır. Bu gulyabaniler kendi çıkarlarına göre durum değerlendirir, etkisini tepkisini de hiç düşünmezler. Fakat hassas bir nokta var; bu gulyabanilerden etkilenenler. Etkilenen kişiler, korkulu rüyaları olan el âlemin kendileri için söyleyeceği bir kötü sözü duymaktansa uhrevi (ahiret, sonsuz yaşam ile ilgili) meseleleri çabucak terk edebilir, daha da vahim olan Allah korkusunu hissetmeyebilirler. Allah korkusu konusuna tekrar döneceğim.
Son zamanlarda ülkemizde hortlayan insan yapımı dinlerin etkisiyle, Emevi döneminden günümüze uzanan İslam’ın yozlaşmış kısımlarına yapılan saldırıları üzüntüyle takip ediyoruz. Daha da üzücü olan kısım, kendisini Müslüman olarak tanımlayan kardeşlerimizin de buna alet olabilmesidir. Dini anlamamış, Kur’an ve Peygamber hakikatleri ile ahlakını idrak edememiş bir kişi, buna kolayca alet edilebilir. Bu el âlem diye bahsettiğimiz güruh, aslında bu noktada gulyabaniye dönüşüyor. Kulağına ezan fısıldanıp, işi orada bırakan kardeşimin de gulyabaniden aklı çıkıyor. Bazen bunun farkında, bazen değil. Kendisi gibi bir yaratılanın, yine kendisini övmesi ya da yermemesi için yaptığı her harekette, içinde gulyabani korkusu yeniden ortaya çıkıyor. Hal böyle olunca, bunun farkında olan gulyabaniler de “mahalle baskısı” taktiği ile İslam emirlerini yerine getirmeye çalışan kişiyi “yobaz” mührü ile korkutuyor.
İşin özüne bakacak olursak İslam, insanı yüceltmek, daha değerli ve bilinçli hale getirmek için gelen bir din. Ciddi kaynaklardan (Başta Kur’an-ı Kerim) bunu araştıran kişinin görmemesi için görmek istememesi gerekir. En basit şekilde Doç. Dr. Yasin Pişgin insanları uyandırmaya çalışan bir din olduğunu şu örnek ile açıklıyor; “Düşünsenize, zekat dediğimiz bir olgu var. Bütün dünyadaki zekat potansiyelinin 20 trilyon dolar olduğundan bahsediliyor uzmanlar tarafından. Bu ne demek biliyor musunuz? Bütün dünya, sadece 1 günlüğüne Müslüman olsa ve ibadetlerini yapıp, zekat verse bunun neticesini, semeresini yıllarca herkes yer.” Bu yazıyı okuyan kardeşim, bu örneği bir düşünmeni tavsiye ediyorum.
En basit çerçevede İslam; iyi insan olmayı, güzel ahlak ve hoşgörüyü nasihat eden bir din. Farz ibadet zorunluluğunda ise; yaratılış ve insana bahşedilen sayısız nimetler için, nimeti veren Allah’ı, hatta yaptığınız zaman daha büyük nimet vermeyi vadeden Allah’ı unutmayıp, bu dünyaya dalmadan huzur içerisinde 2 hayatı da yaşamayı nasihat eden bir dinden bahsediyoruz. Yobaz diye aklında kodlarken, “ne kadar araştırdın da yobazlıktan dem vuruyorsun?” deseler, umarım verecek bir cevabın vardır. İslam’ın yani Allah’ın yasakladığı bir şeyin de insana kesinlikle zararı vardır ve bilimsel yollar ile kanıtlanmıştır. Merak ettiğiniz bir haram meseleyi derinlemesine araştırdığınızda karşılaşacağınız sonuç hep aynıdır.
Lafı daha fazla dolandırmadan gelelim Allah korkusu kısmına. Bu kavram bize öyle bir aşılanmış ki, büyük bir çoğunluğumuz Allah korkusunun Allah sevgisinden geldiğini bilmiyoruz. Allah sevgisine nail olan bir kul, o sevgiyi kaybetmekten korkar. Bilinçli Müslümanlar arasında bu kavram bu şekilde ortaya çıkmıştır. Elbette Allah’ın gazabından da korkacağız, fakat Müslüman olarak dünyaya gelmek gibi bir ayrıcalığa sahip olup, bu korkuyu, Allah sevgisini kaybetme korkusunun önüne koymayı anlamak zor geliyor. Ölüm diye bir hakikatin olduğu dünya için, Allah’ın sevgisini önemsememek nasıl bir durum? Değerlendirmekte fayda var. Çevrenizde Allah korkusunu bu anlamda taşıyan, yaşayan bir insan var ise durumunu gözetlemenizi tavsiye ederim (Taklit din ve iman yaşayanlardan sakınınız). Hayattan ne kadar keyif aldığını, insanları neden sevdiğini, sebep-sonuç ilişkilerini ne kadar sağlıklı kurduğunu ve en önemlisi çağımızın hastalığı olan psikolojik durumunu (ne kadar iyi olduğunu) anlamaya çalışın.
Şimdi bir kez olsun düşün; Allah mı, el âlem mi? Hangisinden korkarsın?
Yazımızı şu kıssadan hisse ile bitirelim:
“Osmanlı döneminde bir medrese hocası cerre çıkar (Öğrenciler ve hocalar, medreselerdeki dokuz aylık eğitimine üç aylarda ara verirdi. Bu dönemde seçilen talebeler hem bilgilerini pekiştirmek hem de dinî konularda halkı aydınlatmak için imparatorluğun farklı bölgelerine gönderilirdi. Bu gönderme olayına "cerre çıkmak" denirdi). Yolda giderken, bir ağacın gölgesinde kahve içmek için mola verir. Kahvesini pişirip içeceği vakit başında Azrail (A.S.) belirir. Hoca, “vakit mi geldi” diye sorduğunda, Azrail “Hayır. Zamanında sen bir dua etmiştin bu dünyada zengin olayım diye. Duan kabul oldu, nasıl zengin olacağını sana anlatacağım.” der. Hoca çok mutlu olur ve Azrail anlatır; “Gittiğin şehirde hasta insanlara ziyaretler yap. Hasta odasına girdiğinde bende orada olacağım. Hastanın ayak ucunda duruyorsam vefat edecek, baş ucunda duruyorsam iyileşecek demektir. İyileşecek olanlara dua et.” der.
Hoca şehre gittiğinde Azrail’in dediğini yapar. Halk arasında namı yürür “okuduğunu iyi eden hoca” diye. Bir gün Padişah’ın çocuğu hastalanır. Bir türlü şifa bulamaz, yataklara düşer. Padişah’ın kulağına hocanın namını getirirler. Padişah, memnuniyetle karşılar ve hocayı buldurup huzuruna getirtir. Hoca, Padişah’a “Önce çocuğunuzu görmem lazım, durumuna bakıp öyle karar verelim” der. Çocuğun yanına girdiklerin de Azrail başucunda durur. Hoca, okumayı kabul eder, dualar okur ve çocuk iyileşir. Padişah çok memnun olur ve 2 çuval dolusu altın verir. Hoca’nın duası artık tamamen kabul olmuştur. Bu dünyada bütün sülalesine yetecek kadar zenginliği olmuştur. Artık bu bana yeter diye kendi şehrine dönmek için yola çıkar. Altınlar ile birlikte, hoşnut bir şekilde yolda giderken, yine canı kahve ister ve aynı ağaca denk gelir. Ağaç altında keyif kahvesini yapıp içmeye koyulmuşken, bir de bakar ki Azrail ayak ucunda duruyor. Ayaklarını bir sağa bir sola çevirse de nafile. Azrail, “Boşuna çabalama, vakit geldi. Emaneti almaya geldim.” der. Hoca, “Aman efendim, müsaade ediniz şu altınları aileme ulaştırayım ondan sonra can vereyim.” dese de bütün çabalar boşunadır. Azrail görevini yapar, hoca orada can verir.
Ölüm var dostlar. Ölüm var kardeşler. Kendinize gelin, el âlem de sizi unutacak Allah’a emanet olun…
Tebrik ediyorum çok güzel bir yazı olmuş